21 Temmuz 2012 Cumartesi

Stoklardan İstibdat İşaret Parmağımda Zincir..


I
Cumhuriyet devriminin başından beri yana Türkiye’nin yönetiminde daima ‘sağ düşünce’ hakim oldu. Sadece yönetim ne kelime, halkın başıbozuk hayatında da sağ düşünce egemendir. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız ‘ulus’a aidiyeti biçiminde formüle edilen ‘laik parlamenter cumhuriyet’ rejiminde hâkimiyet hakkı ‘ulus’ adına daima sağ düşünce tarafından temsil edilmiştir. Sağ’ın kendine kotardığı bu sürekli ayrıcalığına rağmen, sağ yönetimin ne Türkiye’nin toprağına ne de toprağın üzerinde yaşayan insanına bir hayrı olmadı. Amma, tüm başarısızlığına rağmen de sağ düşünce, kendi hatasının faturasını devletin ülkesinde yaşayan camili mescitli kahreden ortalama çoğunluğun ve etrafına bakındığında gördüğü top yekûn sefalet dolayısıyla “bu ne hal” demeyi akıl edebilen kesimlere yüklemekten de geri kalmadı.


Cumhuriyet’in ilk yıllarında liberalist eğilimi ile toprak ağası-asker, sivil bürokratlar ittifakına devlet eliyle dünya ekonomik buhranının zorladığı müdahalecilik ve korumacılığın, ikinci dünya savaşı sırasında en koyu uygulama örneğini ortaya koyan devletçilik döneminde de bir kısım küçük mutlu azınlığa, karaborsa ve vurgunculuk yollarının önündeki engelleri kaldırarak sermaye birikim fırsatıyla, hak ve imtiyazını sağ iktidar bahşeyledi. Tek parti sağcılığına karşı tutarlı bir alternatif oluşturacağı umuduyla kendine bel bağlanan çok partili dönemde ilk icraatlarının üzerine oturtulduğu liberalizmin, ‘ulus’ adına hâkimiyeti vekâleten kullanan iktidarı da sağ iktidar ve sağ düşünce kadrosudur. 
Liberalizmin sıfırı tüketip dövizde krize girişini takiben 50’li yılların ikinci yarısındaki uygulamaya konulan ‘tahsis rejimi’nde de hâkimiyet sağın eline teslim edilmiştir. İktidarda olsun, halkın başıbozuk serazat hayatında olsun, daima sağın borusu ötmekte ve öttürülmektedir Türkiye’de. Boruyu tutan ellerde meydana gelen titremelerin mayalandırdığı 27 Mayısta alt yapısı projelendirilen ‘ithal ikameciliği’ni yürütürken de ülkedeki hakim düşünce sağ renkli ve sağ kokuludur.
12 Mart ara rejimi, 27 Mayıs ithal ikameciliğin içindeki yerli üretim oranını biraz daha artırma çabasını sarf ederken de sağcı, hürriyetlerin üzerini demokrasi adına şal ile örtmeye hazır Şalcı Erim’in himmet ve delaletiyle afyon ekim sahasını daraltırken de sağcıdır. Söylev ve demeçlerinde M. Kemal’in evrensel özgürlük düşüncesinin kaynağı olarak gösterdiği Fransız İhtilali, aralarında burjuvazinin de yer aldığı halk kitlesini papazlar ve derebeyleriyle eşit haklar çizgisine getirdi, getirdi de devrimin hemen akabinde oluşan bir ‘jakoben’ zihniyet, halkın karşısına bir halk düşmanı kavram ve olgusunu oturttu. Yani ‘egemenlik halkınsa, iktidar da halk adına konuşanındır’. Dolayısıyla jakoben iktidar, halk gibi, daha doğrusu, kendisi gibi düşünüp konuşmayanın karşısındadır. Türkiye’nin 24 anayasasında bu jakoben üslup egemendir. Russo’dan ilham alınarak kuvvetler birliği prensibini yeşerttiği ‘aferist çevre’ yönetimin koruma ve teşviklerinden yararlanarak, inşaat demirlerinden kestiği parçaları çivi diye Avrupa’nın üç katı fiyatından satarak kazıkladığı halkı, halk egemenliği adına, kendisi ile kazıkladığı halk arasındaki eşitlik ilkesi adına kazıklarken sağcıdır. II. Dünya savaşı yıllarında karneye bağlanan ‘üç beyaz’ın yanında çok sayıda tüketim maddesi üzerindeki kıtlık yaygın ve yoğun bir hal almış iken, ölen başbakan Refik Saydam’ın evinden kamyonlar dolusu stoklanmış un, şeker, yağ çıkmışsa bunlar da jakoben ideoloji tarafından halk adına stoklandığı için çıkmıştır. Bu sağcı jakoben ideoloji halkı kurulu düzen içerisinde düşünmeye, konuşmaya, davranmaya çağırırken sağcıdır. Fransa da giyotin, Anadolu’da istiklal mahkemeleri himayesinde.
Kendi kendine yeterli olmayı hedeflemekten ziyade, toplumun, gelir seviyesi yüksekçe kesiminin lükse kayan talebini karşılamak için önceleri düşünülüp kurulan ithal ikameciliğinin, çok uluslu emperyalist şirketlerle birlikte sağ düşünceye sahip yerli şirketlerin işbirliğini takiben gelir seviyesi düşük kesimlerin tüketiciliğe şartlanmasının hukuki altyapısının temeli, sağ felsefe tarafından atıldı. Bütün bunların sonunda sağ düşünce ve uygulama, 1920’lerde dinlerin ‘işlerini bitirmiş, ömürlerini tüketmiş ve yeniden hayatiyet bulamayan birer müessese’ oldukları inancıyla eline aldığı Türkiye’yi, 1980’e gelindiğinde elektriğini Rusya ve Bulgaristan’dan satın alan ve tüm ihracat geliriyle de sadece petrol ithalatını bile karşılayamayacak bir konuma getirip oturttu. 1930’ların ‘Allah’ın insan düşüncesinin yarattığı politik bir kavram olduğunu ileriye sürüp kabullenen’ sağcılığı, 1980’lerin sonlarına doğru Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun gürültülü patırtılı bölgesinde Allah’a itaat ve Allah yolunda Devlet adına savaş bildirileri dağıtarak yıkılmaktan ve bölünmekten kurtarmaya çalıştığı Demokratik Laik Sağ Cumhuriyet’in temellerini kuvvetlendirmek isteyen de sağcılığıdır. 
II. Dünya savaşından sonra sermaye çok uluslu bir kimliğe bürünmeye başladığında, her ülkenin kendine has coğrafyasından ve toplumunun yapısından oluşma özellikleri dolayısıyla değişik zamanlarda ve farklı biçimlerde kendini gösteren sermaye krizleri, bu yeni kimliği dolayısıyla eskiye oranla oldukça farklı çözüm metotlarını da beraberinde getirdi. Sermayenin saldırısı olarak da nitelendirilmesi mümkün olan bu çözüm safhasında, uygulamalarındaki katılıklarla, bağımsızlık yanlısı düşünce ve hareketlerin yer yer tasfiyesine girişildi. Emeğiyle geçinenlerin gelirlerine el koyabilmek için toplumsal düzenin bağımsızlık yanlısı düşünce ve eylemlerinden arındırılması gerekiyordu. Namazlı niyazlı ortalama halkı 1950 öncesinin ‘Tanrı uludur’lu baskısından kendini gerçekten kurtardığı inancıyla benimsediği Bayar Menderes çizgisine adeta bir peygamber ipine yapışıyormuşçasına yapıştı. ‘Alla hu Ekber’le kamufle edilen çizgi yönünün bağımlılığı doğru programlanmış, daha doğrusu programlandırılmış olduğunu kısmen heyecanından kısmen de dili dönmediği için demokrat’ı demir kırat yapan cehaletinden ötürü depolitize edilmişliğinden fark edemedi. Bayar’ın DP amblemli asasında Hz. Musa’nın mucizevî asasını tahayyül etme cehaletine akort edilen ortalama halk için bundan sonra bağımlılık ilahi bir kader hükmünü aldı. 27 Mayıs ortalama halka sadece, Bayar Menderes çizgisinin ‘Allahu Ekber’le gizlenmiş yapay vesayetinden kurtulabilme kapısını araladı. Özü yerine ezanın sesi üzerinde yapılan değişiklikle, yani Tanrı uludur’u Allahu Ekber’le muhafazası sonucu bağımlılığa şartlanan mütedeyyin ortalama halkın, Amerika’yla birlikte uluslar arası sermaye, emeğiyle geçinenlerin gelirlerine el koyabilmek için dünya genelinde uyguladığı saldırı metotlarını Türkiye bağlamında bu sefer din ile destekleyerek yaptı. Uyak zorlamalarında istekte bulunulan uydurma ilahilerle, manevi yaralarını sardılar halkın. Hayatı saniyeler farkıyla kaçırdığımız anlarda her gün bir dakika ileri atan ezanlar saatlerini kime göre ayarlıyor sanıyorsunuz.
12 Eylül’den bugüne dek hâkimiyet yine sağ düşüncenin tekelindedir. Günlük kur ayarlamalarıyla desteklenen muz’dan Norveç uskumrusuna kadar genişleyen sınırsız bir serbestîye sahip özgürleştirmenin teklifçisi de, onaylayıcısı da, uygulayıcısı da hep sağ düşünce tarafından hep birlikte el ele taçlandırılmıştır. Bankerlerin ve bankaların borçlarının kapatılması yükünü ilave vergi, resim veya harç ile, başı ağrıdığında aspirinden başka ilaca müracaat edemeyecek denli geniş ve yaygın fukaraların sırtına yükleyen de, Ceza kanunun taslaklarında ırza tasallutun cezasının indirilmiş olduğunu görenleri ve ortalıkta olan biten bunca ekonomik politik ve sosyal ahlaksızlıkları gördüklerinde “bu ne hal” diyerek, sağ iktidara, sağ düşünceye ve sağ kadrolara karşı insan onuruna yakışır bir alternatif bulma çabasına girişenleri, müebbet’e kadar ömrü-billah hapse atmaya niyetlenen de sağ’dır..

II. 
Türkiye’de sağ kesimin tabanı, Batı Dünyası’na gâvur âlemi der. Zirvesi ise tabanın aksine sermaye birikim modeli ile zevk ve estetikte gavur alemi ile bütünleşir. Yurttaşları afilli türbanlarla, imam hatiplerle, din, ezan, bayrak vatan, milliyetçilik nutuklarıyla kandırırlarken kendilerini varsıl kılarlar. Kadınlarının başları modacı olduğu için homo, homo olduğu için modacı olmuş enternasyonal markaların her gün değişen desenli modelleriyle kapalıdır. İmam hatip derler ama kendi çocukları Amerikalarda okur. İlmihalleri, varaklı çerçeveden tuğralı duvarın hemen yanındaki ciltli kitapların olduğu rafın başköşelerinde faizi haram kılar ama çocukları dünya bankalarında, İMF’ lerde çalışırlar, cipleri, villaları, fabrikaları, şirketleri, milyon dolarları vardır fakat sorduğunda mülkün asıl sahibi Allah’tır. Politikadaki kitle particiliğinin zaruri bir neticesidir bu; tabanla-tavan çelişkisi. Bu çelişki, kendine göre bir ‘büyük yazar’ tipi de üretmiştir. Bu büyük yazarı sağ kesimin tabanı tutar, tavanı ise besler. Büyük yazar, sağ kesimin tabanı ile zirvesi arasındaki bu çelişkiyi maskelemek için köprü görevi üstlenir. Dolayısıyla büyük yazar işbirlikçidir, danışıklı dövüşçüdür, işi idare edicidir, daha doğrusu ‘münafıktır’. Mesela büyük yazar ‘Ayasofya Meselesini’ iyi bilmelidir. Zaman zaman Ayasofya üzerine şahane, iç gıcıklayıcı, gönül hoplatıcı ve okuyana “helal olsun” dedirtici yazılar yazar, yazmalıdır. Mehter’i göklere çıkartır. Büyük yazarın baş düşmanı ‘yahudidir’ komünistlerin Allah belalarını vermelidir. Zaman zaman çaktırmadan kapitalizme de ‘kahrolsun’ çeker. Sular mı akmıyor, elektrikler mi sık sık kesiliyor? İşin içerisinde ya Siyonist parmağı ya da Komünist parmağı girmiştir. Anneler günü kör bir batı taklitçiliğidir ve opera ile bale için yapılan masraflar düpedüz israftır, falan filan gibi. Türkiye’de sağ kesimin tabanına hitabeden gazeteleri yine o sağ kesimin tavanı çıkartır. Tabanda emek tavanda ise sermaye vardır. Amma bir yandan Türkiye’deki sermaye birikiminde de baştan sona üçkâğıtçılık mevcuttur.

Kardeşim Aydın’a şapka çıkararak teknik tabirle konuşmak gerekirse; sermaye birikimi artık değerle olur. Çoğu kez yüzde elliyi bile aşar. Bu sermaye birikimini biraz kabaca fakat anlaşılabilirce tarif edelim. Fahişe bedenini satıyor, ücretini ise aradaki komisyoncu alıyor. Halk ağzıyla bu komisyoncuya ‘pezevenk’ deniliyor. Komisyoncu üç tane beş tane sermaye çalıştırır. Toplam birikimin, hâsılatın yarısını işçilerine verir. Diğer yarısına ise kendisi sahiplenir. Kapitalizmin sermaye birikimi de tıpkı bu örnekte görüldüğü gibi pezevenkçedir. Türkiye’nin bu kendine özgü konum ve nizamlarından bugüne kadar insanlarımızın! Bir kısmı kantara vurulmaz, hesaba kitaba getirilemez ve rakamların diline sığdırılamaz irilikte ve büyüklükte rant kazançları elde etmiştir.

Kamu iktisadi teşebbüslerin tahsisli satışları büyük rant gelirleri sağlamıştır tahsis sahiplerine. Demir, çelik, çimento, kâğıt, gübre vs. gibi ara mallarını cari piyasa fiyatının altında bir fiyatla satın alan ayrıcalık sahipleri, bunları geçerli fiyatların üzerinde gerçek ihtiyaç sahiplerine tek kalemde devredince muazzam rantların üzerine oturuvermiştir. Rant gelirleri özü itibariyle risksizdir ve emeksizdir. Ve bu bakımdan haksız bir kazançtır. Fakat sağ olagelmiş idari mekanizmanın emir ve direktifleri doğrultusunda kanuna uygun oluştuklarından meşru kazanç sayılmaktadır. Kerhane patronlarının başkalarının sırtından emeksiz ve risksiz temin ettikleri kendi sektörlerine has gelirleri de özleri itibariyle haksız kazançlar olmakla birlikte idari mekanizmanın emir ve direktifleri doğrultusunda kanunlara uygun biçimde oluştuklarından meşru sayılırlar. Gözlenen odur ki kerhane patronlarıyla rant ekonomisinin tahsis sahipleri arasında kazançların meşruiyetleri bakımından fark yoktur. Sadece rantların oluşum kaynakları değişiktir. Kimisinin fuhuştan kimisinin kağıt tahsisinden ve kiminin de kur ayarlamalarındandır. Rant ekonomisinde rant gelirlerinin paydaşları ile kişileri rant gelirinde paydaş kılan hep sağcı olagelmiş idari karar mercilerinde bulunanlar arasında bir çıkar ilişkisinin bulunmuş olması doğaldır. Kâğıt tevzi edenler ile bu tevziyattan tahsis kapacak olanların aynı pota içerisinde erimiş ve eritilmiş olması da doğaldır. Genelev patronlarına vergi rekortmenliği kazandıran başıbozuk hayatında sağ düşünce egemen olan işte bu yüzde 98’i Müslüman halk, ödülü veren idari mekanizma, vergilendirilmiş kazancı kutsal kılan da idari mekanizmayı düzenleyen sağcı zihniyet.

Büyük yazar kendini besleyen tavanın arzusu doğrultusunda sermaye birikimindeki çirkefliklere nedense kalemini bulaştırmaz. Kendini büyük kabul eden, büyük sayıp alkışlayan tabanı hoşnut etmek içinse ha bire Ayasofya’ya yüklenir. Şanlı tarihin büyük kahramanlıklarından ‘sahifeler’ çevirir. Hamasi edebiyatın bir numaralı Pir’i kesilir Tavan ile taban arasında denge kurar. Dengeyi bozduğu an hain damgası yer. Ayağının altındaki toprak zemin kayar, balon patlar, efsane yıkılır ve büyük yazar ihanetin enkazı altında ezilip kalır. Büyük yazar fukaralığın sebebini, insanlar arasında Allah korkusunun kalmayışında görür. İnsanlarda Allah korkusu kaybolmuş ve din cevheri insanların yüreğindeki varlığını koruyabilmiş olsaydı; binalardaki zinalar böylesine yol ortalarına kadar yayılmazdı. Baksanıza şu dünyanın manzarasına. Başımıza taş yağmadığına şükür. Üçlerin, Yedilerin, Kırkların yüzleri suyu hürmetine yaşıyoruz. Büyük yazara göre Allah korkusunun insanların yüreklerinden kayboluşunun belirtisi otobüslerde gençlerin ihtiyarlara yer vermeyip koltuklarda fütursuzca oturuşuyla kendini gösterir. Fakat “emek-sermaye” ilişkilerine sıra geldi mi Allah korkusunun burada yeri yoktur. İşveren, Allah korkusundan muaftır. Babı Ali’lerinde Ana avrat ilişkilerini bozguna uğratmaya çalışırken, diğer yandan içki satmanın günahını öğrettikleri ortalama Müslümanları Pentagon’un istikametinde secde etmeye davet ederler. Hocalar, hoca efendiler, hürriyet içinde esarete mahkûm olan ülkelerin olduklarını rahatlıkla anlatsınlar bakalım. İç sayfalarında kabir ziyaretinin adabından bahsederlerken dış sayfalarında ve manşetlerinde zamanında Fransa’nın Lübnan’da günümüzde Amerika’nın Irak’taki kayıplarına açık açık şehit demedikleri kalmıyor mu? Emperyalist ‘merkez insanın’ konfor ve zenginliği, mutluluk ve rahatı Türkiye gibi ‘çevre insanın’ köleliğinin üzerine oturtulmuştur aslında. Bu gerçeği bilmeyen, bilip de dile getirmeyen hoca efendiler; memleketin kefen soyucuları, az gelişmiş denilen, hürriyet içinde köle hayatı yaşatılan, ruh kuşunun vicdan bağından da çözülmüş ‘şanslı’ kişilerin vasat halka “yersen”li dayatmalarına oturtulmuşluğunu pekiyi bilir. Başka yiyecek namesi bulunmayan vasat halk da dayatılanı metazori yer. Bu yeme ve yedirme bir kez de tüketimdeki sidik yarışının “onun var benim neden olmasın”lı fasit dairesine yakasını kaptırmaya görsün, toplum bütün iktisadi kaynaklarıyla ölmüştür artık. Hoca efendiler ve büyük yazarlar ve hem hoca efendi hem büyük yazar olanlar bu çürümeyi, bu ölümü, bu belayı neden objektif gerçekler olarak kendi “cemaat”lerine aktarıp bildirmesinler. Keza ezanı bayrağı hür ama iktisadi kaynakları ipotek altında bulunan ülkelerdeki çözülme “Mal canın yongası” hırsıyla orta tabakayı tüketim yarışının rekabetçisi haline getirdi. Bu yarışmanın “keyfin bilir”ci sağ dayatmacıların tertip ettikleri bir özel amaç olduğu neden bilinmesin.

Sağ kesimin tavanında da, tabanında da görüldüğü gibi çeşitli meşrep, mezhep ve ekol havaları esmektedir. Bu havalar, hem tavanı hem tabanı heterojen kılar. Camide namaz kılarken saf tutunca eşitsindir de camiden çıkınca eşitlik bozulur mesela. İftar sofralarında da yemeğin çeşidinde. Amma iş sermaye emek ilişkilerine, sermaye birikiminin pezevenksel merkezileşme metoduna ve usulüne gizli-açık bir tehdidine dönüştü mü, sağ kesimin tavanı hemen kendi arasında peşi sıra birleşir. Operacılar ile Ayasofyacılar birbirleriyle kucaklaşarak emeğin hak istemine karşı çelikten bir koruyucu duvar örerler. Bu durum sermayenin doğasında vardır. İşte sermayenin bu doğal tabiatı, büyük yazara, kendisine ihanet imkân ve fırsatı vermez. Bu fırsatı bulamadığı, cesareti de kendinde göremediği için büyük yazar, işçi meseleleriyle, ücretlerdeki adaletsizliklerle uğraşmaya yanaşmaz. Bu sebepledir ki toplumdaki sosyal adaletsizlikler güya sol’un tekeline terk edilmiştir. Aşırı olsun ılımlı olsun işçinin dertlerini sol sahiplenmiştir. Emr-i bil maruf’a aykırı da gelse, Nehyi anil münkerin ihlali de olsa, büyük yazar vazifesi gereği, sağ kesimin tabanını mehter marşıyla Ayasofya’nın gölgesinde uyutur.